“Kalibre” yazı serimizin bu ilk bölümünde; kadınların eşit statü, hak, özgürlük için mücadelesi ve bunların ardındaki düşünceler.

"Kalibre" 

Kelimeler, insanların gördüklerini ve düşündüklerini yansıtan göstergelerdir. Bu kelimelerden bazıları kimi zaman öyle çok kullanılırlar ki yansıttıkları özden, temel olarak ifade ettiklerinden oldukça uzak ve karmaşık bir yeri işaret ederler.

Bu yazı serimizde; düşünce dünyamızda, günlük tartışmalarımızda fazlasıyla yer kaplasa da bir tür aşınma sonucu “özünde” ne olduğunu unuttuğumuz kavramları; felsefenin, saf ve tutarlı bilginin ışığında "kalibre" edeceğiz.

Feminizmden Önce

Kadının, erkeğe referansla tanımlanması ve ikincil konuma getirilmesinden önce anaerkil bir yapı bulunduğuna dair kuvvetli tezler vardır. Eski çağlardan kalma inanışlar, heykeller, destanlar da özellikle avcı-toplayıcı dönemde bunun farklı olduğunu kanıtlar.

Cinsiyete dayalı bir iş bölümü olmayan bu eski toplumlarda, kadınlar da en az erkekler kadar toplumun saygın üyeleridir. Hatta çeşitli araştırmalara göre, halklar tarımla uğraşmaya başlayınca, erkekler avlanmaya ve savaşa gittiklerinde evde kalıp çalışan kadın ortak mülkiyetin sahibi ve yöneticisidir. Çok eşliliğin yaygın olduğu bu dönemlerde soyu takip edebilmek için anneler baz alınır, miras ise ateşi kullanmayı ve toprağı işlemeyi bilen annelerden kız çocuklarına geçer.

Doğanın ve doğanın üretkenliğinin sembolü olan “kadın”ın kutsal sayıldığı eski toplulumlardan ataerkilliğe geçiş ise çok yönlü bir evredir. Erkeğin kadın üstünde egemenlik kurmasını sağlayan etkenlerden biri, özel mülkiyet kavramının çıkışıyla toplulukların “güvenlik” endişelerinin ön plana gelmesi ve fiziksel olarak güçlü olan erkeklerin bu güvenliği sağlamasıdır. Bir diğer faktör ise dindir. Kadının doğal ve naif, erkeğin ise ruhsal ve akılllı konumlandırıldığı dini öğretilerle egemenliği pekişen erkekler, toplumların tarihinin erkek kahramanların gözünden anlatılmasıyla iyice güçlenir. “Özellikle ekonomi, mülkiyet, din, kültür gibi yapay olarak oluşan şeylerde erkek doğayla özdeşleşen ve bunu yaşam tarzı haline getiren kadının önüne geçmeyi bilir.”  Kültür adı altında yasalaştırılan bu yaşam tarzı, kadınların geri plana itildiği düzenin güvencesi olur.

“Dişi, bazı özelliklerinin eksik olması nedeniyle dişidir.” diyen Arsitoteles’ten, Orta Çağ’da kadınların “şeytanın giriş kapısı” olarak nitelendirilmesine; ruh sağlığı bozulan kadınların “cadı” diye yakılmasından, Erken Modern dönemde süren “Kadınlar insan mıdır, değil midir?” tartışmasına, Kant’a göre büyük bir çocuktan farkı olmayan ve bilgeliği aklına dayanmayan kadına...

Ünlü düşünür Rousseau’nun, “Erkeklere özgü olan entellektüel işleyiş tarzının kadınlar için uygun bir tarz değildir. Soyut ve spekülatif hakikatlere, bilimdeki ilke ve aksiyomlara, geniş ölçüde genellemeye dayanan her şeye yönelik arayış bir kadının kavrayış gücünü aşan bir şeydir” cümlelerine yer verdiği Emil adlı kitabına cevaben yayımlanan önemli bir bildiri, feminizmin ilk kıvılcımlarına sebep olur.

Mary Wollstonecraft ve Feminizmin İlk Adımları

"Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi"

Feminizmin henüz önemli bir başlık olarak yer almasından önce ve kadının “eksik erkek” olarak tanımlanmasından hemen sonra: Mary Wollstonecraft’ın “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi” (1792) tam olarak burada yer alır.

Kadının fiziksel olarak zayıf olmasının toplumsal olarak geri kalmışlığının nedeni olarak gösterildiği o dönemde, John Locke gibi filozoflar “bilginin kaynağının deney ve tecrübe” olduğunu söyler. Erkek egemen toplumla ilgili çeşitli sorular uyandıran bu fikir, kadınla erkeğin eşit eğitilmesi ve eşit fırsatlar tanınması yönünde tepkiler doğurur.

Feminizmin temel kitabı olarak geçen Wollstonecraft’in “Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi” eseri, Emile eserinde “kadınların erkeklere saygı duyması gerektiği”ni söyleyen  Rousseau’ya cevap niteliğindedir. Kadınların ısrarla eğitim almasını, bu sayede ekonomik bağımsızlık kazanacağını, kadına dayatılan güzellik algısının onu bir hapishaneye kapattığını 1792 yılında vurgulayan Mary Wollstonecraft, birinci dalga feminizme giden yolu açar.

“Кadının ufkunu genişleterek güçlendirin aklını; körü körüne itaat sona erecektir; ancak, iktidar her zaman körü körüne itaate ihtiyaç duyduğundandır ki zorbalar ve şehvet düşkünleri, haklı olarak karanlıkta tutmaya çalışırlar kadını; çünkü bunlardan birincisinin tek istediği bir köledir, ikincisinin istediği ise elinde tutacağı bir oyuncak." (Mary Wollstonecraft)

Birinci Dalga

Birinci dalga feminizm, aslında günümüzde her “insana” verilen hakların kadınlara da sağlanması için verilen bir mücadeledir. Kadınların “yaşam hakkına” saygı duyulmasını, oy vermesini, yönetime katılmasını talep eden bu hareket; eğitim konusunun üzerinde özellikle durur. Kadınların ev hayatının dışında da bir alana ihtiyacı olduğunu, erkeklerle bu alanda eşit haklara sahip olması gerektiğini savunan pek çok bildiri ve eser yayımlanır; kadınlar, pek çok ülkede haklar kazanır ve örgütlenir. 1960’lara kadar süren bu mücadelede kadınlar, “egemen beyaz erkeklerin ve onların devletinin önyargılarını (ve daha da fazlasını) keşfederler.”(Mitchell, 1985)

Simone de Beavoir ve Feminizmin Talepleri

"İkinci Cins"

Varoluşçuluk felsefesinin etkisiyle, “insanın kendi varoluşunu yarattığı” ve “varoluşun özden önce geldiği” ana fikirleri dünya üzerinde yayılmaya başlar. İşte bunlardan güç alan Simone de Beavoir, kendi anılarından ve gözlemlerinden yola çıkarak; “eş, anne, bakire” gibi kalıplara sığdırılan kadının da kendi varoluşunu yaratması gerektiğini savunur.

İkinci dalga feminizmin yapıtaşlarından görülen “İkinci Cins” eserinde Simone de Beavoir, pek çok önemli konuyu temellendirmeye ve daha sonra bu ayrımcılığın dayandığı bu temelleri eleştirmeye çalışır. Bunlardan ilki, insan olmanın erkek olmakla eş değer tutulduğu düzendir. Erkeklerin yasaları koyduğu, sınırları çizdiği ve tanımları yaptığı ortamda, “erkek insan, kadınsa dişi” şeklinde bir algı vardır. Bir kadının bir erkekle eşit haklara sahip olması için erkeksi olmasına gerek olmamalıdır. Kadınlar, yüzyıllar boyunca yaşam hakları dahil hiçbir konuda karar alamamıştır, kültürel ve dinsel baskıların altında yaşamını şekillendirmek zorunda kalmıştır.

"Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz; kanatlarını kesiyoruz, sonra uçamıyor diye yakınıyoruz”

Kadını bu konuma iten biyolojik ve  ekonomik faktörlerin üstünde de durur Simone de Beavoir. Kadınların en temel biyolojik olaylarının, en basitinden adet görmenin, kirli ve utanılacak bir durum olduğu fikrinin aşılandığını; kadınlar kendi bedenlerine yabancılaştırıldığını savunur. Ev işleri yapmakla yükümlü tutulur, annelik ve ev hanımı olmak kutsallaştırlır ve bir zorunluluk haline gelir. Ancak günün sonunda bu işlerin ekonomik bir getirisi olmaması, kadının kimliğini ve yaptığı işi değersiz kılar.

Kadının ataerkil düzen içerisinde kasıtlı olarak geri plana itilmesine yönelik sorduğu sorular ise ufuk açıcıdır. Çocuk bakmanın, doğumdan sonraki ilk dönemlerde zorunlu olarak annenin işi olsa da sonrasında bu tarz bir şart olmadığını, bunun cinsiyet rolü adı altında kadınlara zorunlu tutulduğunu söyler. Ayrıca ev işinin, çocuk yetiştirmenin yanında gelmesinin herhangi bir mantıksal dayanağını olmadığını, yine kültürel kodlarda taşındığını öne sürer.

Var olan sistem, kadına çalışsa dahi düşük ücretler vererek, ağır işlerde çalıştırarak onu bağımlılık durumundan kurtarmaz, aksine sömürüsünün bir parçası haline getirir. Çözüm olarak ise kadın her zaman duygusal olarak bağımsız davranabilmelidir, potansiyeli üzerinden kendine bir özgürlük ve çalışma alanı yaratmalıdır; Simone de Beavoir tam olarak bu önerisine uygun bir hayat yaşayıp 1986 yılında ölür.

İkinci Dalga

“İkinci Cins” eserinin büyük damga vurduğu feminist hareket, 1960’larda “kadınların erkeklerle yasalar karşısında eşitliğine rağmen farklı ataerkil kurallara uymak zorunda kalmaları” sebebiyle yeniden alevlenir. “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” sözü etrafında şekillenen bu harekette, kadının bedeni üzerindeki hakkının üzerinde durulur. Cinsellik ve doğurganlık arasındaki fark oturtulmaya, kadın kendi bedeni üzerinde tek gerçek söz sahibi yapılmaya çalışılır. Bilimin de ilerlemesiyle; doğum kontrolü, kürtaj ve kadınların biyolojik hizmetlere erişimi ana maddeler arasındadır.

İkinci dalga feminizmde toplumsal cinsiyet rollerini kırma çabasının yanında, birinci dalgaya göre daha bütüncül, geniş bir mücadeleden söz edilebilir. Kadın ve erkeğin eşit olduklarını ispatlama çabası, yerini kadınların güçlü yönlerine ve onları değerli yapan farklılarını ortaya çıkarmaya bırakır.

Fransız Feminist Felsefe ve Üçüncü Dalga

Eril Dil ve Kültür

Ağırlıklı olarak Luce Irigaray, Helene Cixous ve Julia Kristeva etrafında şekillenen Fransız feminist felsefesi; feminizmi eril dil ve sembolizm yönünden tekrar ele alır, feminizmin kendini ifade ediş biçimini eleştirir.

Irıgaray için dil ”bir kültürün sahip olduğu düşünceleri biçimlendiren miras alınmış imgeler kümesi”dir. Kadın ve erkek bedenlerinin ne anlama geldiği konusundaki fikrimiz, toplumsal yasaların yanında eril dil içerisindeki ifadelere de dayanır. Bu ifadelerin yansıttığı sembolik düzen, kadın olmayı anneliğe, dişi olmayı bir dezavantaja indirger. Günlük dilde kullanılan "evinin kadını olmak” gibi deyimler, "Çocuksuz kadın, meyvesiz ağaca benzer." gibi sözler; kadını alçaltan, erkeklerin arzularını, değerlerini, en önemlisi de hayallerini yansıtan cümlelerdir. Bu düzenden çıkmak için önerisi ise, dili gerçeklerin bir yansıması olarak kullanmaktır. Örneğin ergenlik ya da hamileliği bir biçimsizleşme değil, gelişimin değerli bir görünümü olarak ifade etmeyi önerir.

Helene Cixous ise dilin yapısını cinsiyetler üzerinden yeniden inceler. Dilde varlıklar karşıtlarıyla beraber var olur: gece-gündüz, kalp-akıl gibi. Bu kavramlardan biri, güçlü ve diğerine egemen kılınır; diğeri ise var olmak için ona ihtiyaç duyar. İşte kadın ve erkek de bu zıtlık üzerinden ifade edilir, aslında sosyal ve siyasal düzenimiz de yoksul-zengin, modern-geleneksel gibi pek çok karşıtlıktan güç alır. Cixous, bütün bu yöntemi reddeder. Ona göre kadın, kendi varlık alanını, kültürel alanını oluşturmalı ve dünyayı anlayarak onu yeniden biçimlendirmelidir; bunu yapmak ise yazınsal eserler vermekten geçer.

"Kadını kendini yazmalı ve kadını edebiyata taşımalıdır." (Helene Cixous)

Feminizmdeki yeri tartışmalı bir filozof ve psikanalist olan Julia Kristeva’ya göre ise feminizmin çıkış noktası sorunlar barındırır. Erkek egemenliği ve erkek merkezli sorunlara tepki olarak ortaya çıkan bu hareketin, bu ataerkil varsayımları kendi içinde taşıdığını savunur.

Kristeva göre gerçek bir özgürlüğe ulaşmak için, sosyal sistemler kurmanın ve bu sistemlerin egemen düzenden bağımsız kalmasının öneminden bahseder. Kitle hareketleri tekilliği, bireyin özelliğini reddeder ve insanları tektipleştirir.'Bütün insanlar aynı,' 'bütün kadınlar aynı,' 'bütün eşcinseller aynı'" gibi anlayışlar, hem kamplaşmalara yol açmakta, hem de farkı reddetmekte ve bunlara bağlı olarak kötülük üretmektedir.” diyen Kristeva’ya göre bütüncül mücadelenin yanında her bireyin özel oluşuna dikkat çekilmeli, yaratıcılığın değeri vurgulanmalıdır.

Üçüncü Dalga

Fransız filozoflar ve politik olayların ışığında üçüncü dalga 1990’lı yıllarda; feminizmi “beyaz orta sınıf” kadınların sorunlarından daha geniş bir çerçeveye almak ister. Sınırları net olarak çizilemese de bu hareket, genelleyici kadın sorunlarından ziyade bireye eğilmek ister. Kadınları bir bütün değil de, farklı ten rengine, kültüre, millete, dine mensup tekil bireyler olduğunun altını çizerken; farklı cinsel yönelimlere sahip kadınları da korur. Farklılıkların ortaklığı üzerine siyasetini kurar.

Kadına şiddet, cinsellik, kadının toplumdaki yerini güçlendirmek gibi cinsiyete dayalı gündemlerin yanında; çevre kirliliği, savaş, güvenlik, ekonomik kalkınma, adalet gibi politik olaylar hakkında da bakış açıları getirmeye çalışılır. Bunun sonucu olarak fikir ve çözüm ayrılıkları yaşayan feministler, farklı kuramlar üzerinden kendilerini ifade etmeye başlarlar.

Sonuç

Dünya üzerinde bu kadar çok farklı değerlere sahip insanı, onların şikayetlerini ve arzularını yansıtan ortak bir mücadelede, mutlak bir fikir birliğine varmak oldukça zor gözükmektedir. Hem düşünsel hem hukuki açıdan ne kadar yol alınırsa alınsın; 1920 senesine kadar kadınlara diploma vermeyen Oxford da, pek çok Afrika ülkesinde sünnet edilirken ölen kız çocukları da, kadınların dünyanın her yerinde aynı işi yapan erkeklerden daha az maaş alması da, "Kadınlar futbolda olmamalı." diyen sunucu da, kadının bedenini aşağılayan küfürler de, kadınların satıldığı ya da onurunun kırıldığı evler de, İstanbul Sözleşmesi ve kadın haklarını tartışan erkekler de aynı düzenin ürünüdür.

Feminizm ise bir sapkınlık ya da erkek düşmanlığı değildir, aile kurumunun karşısında değildir, kişisel bakımla hiç ilgili değildir. Feminizm, toplumun her alanına yerleşen bu düzenin bizden götürdüklerinin yardım sesidir, yüzyıllar süren felsefi ve edebi birikimdir, herkes ve hepimiz içindir.

Umarım "feminizm"i kalibre edebilmişizdir.

Kaynaklar

Feminizm Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihsel Süreçleri Ve Dönüşümleri, Gün Taş, 2016

Kadın Hareketinin Süreçleri, Talepleri, Kazanımlar, Hale Kolay, 2015

https://t24.com.tr/k24/yazi/125-yil-sonra-mary-wollstonecraft,1487

Ohio Humanities, Betty Friedan: The Three Waves of Feminism

Çağdaş Feminist Kuramlar Açısından Feminist Öznenin İmkanı, Yaylagül Ceran Karataş, 2017

http://www.psychologies.com.tr/butun-kadinlari-ozgurlestirmek-gerek/5/

Mary Wollstonecraft Modern Feminizmin Temelleri, Fatih Duman, 2016

Feminist Çalışmalarda Kadın Deneyimlerinin Önemi: Simone de Beauvoir Örneği, Sait Yıldırım, 2018

The Philosophy Book, 2011

 


BENZER YAZILAR

1984: Totaliter Bir Distopya

Tüm zamanların en büyük distopyalarından biri olan “1984”, yazarı George Orwell ve onlara dair bilinmeyenler.

Arkhe Felsefede Bir Kamp Deneyimi: Edebiyat ve Hafıza Çalışmaları

Arkhe Felsefe tecrübesi, birçok farklı açıdan tanıtılacak ve incelenecek.


Paylaş