Koşulların çizdiği sınırlar içerisinde güç yozlaştırır mı? Koşullar değiştiğinde kişilik özelliklerimiz de değişir mi? İnsanları iyi ya da kötü diye ayırabilmek mümkün müdür? Psikoloji dünyasında sansasyonel etkiler bırakmış ve etikliği günümüzde bile hala tartışmalara konu olan Stanford Hapishanesi Deneyi'ni konu edinen bu yazımızda; deneye imzasını atmış olan Philip Zimbardo'nun kısa biyografisini, deneyin içeriğini ve etkilerini, Lucifer Etkisi'ni ve deneyin günlük yaşantımızdaki yerini anlattık.
Philip Zimbardo Kimdir?
Tam adı Philip Geroge Zimbardo olan Amerikalı psikolog, 23 Mart 1933’te İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak New York’ta dünyaya gelmiştir. Zimbardo, çocukluğundan itibaren muhtelif konularda ayrımcılığa maruz kalmış ve bu deneyimlerin sonucunda insanlar üzerindeki merakı kamçılanmıştır. Bu meraksa ilerleyen dönemlerde eğitim hayatında araştırmalarının en önemli unsuru haline gelmiştir.
Üniversite eğitimini psikoloji, sosyoloji ve antropoloji alanında tamamlayıp yüksek lisans ve doktorasını da yaptıktan sonra 1959-1960 yılları arasında Yale Üniversitesi’nde ders vermiştir. Ardından yedi sene boyunca New York Üniversitesi’nde psikoloji profesörlüğü yapmış ve 1968 senesindeyse meşhur deneyine de ismini veren Stanford Üniversitesi’nde çalışmalarını ve eğitmenliğini sürdürmeye devam etti.
Stanford Hapishanesi Deneyi
“Birkaç yıldır bireyselleşme, Vandalizm ve insanlıktan çıkma üzerine araştırmalar yürütüyordum. Bu araştırmalar, sıradan insanların kendilerini anonim hissettikleri veya başkalarını algılayabildikleri durumlara sokarak anti-sosyal eylemlere ne kadar kolay sürüklenebileceğini gösteriyordu.”
Deneyin gerçekleştirilmesi için bir gazeteye ilan verilir ve başvuran yetmiş bir kişi arasından yirmi dört üniversite öğrencisi genç seçilir. Deneyin açık vermemesi için bu gençler; tüm prosedürler eksiksiz uygulanarak, bir sabah polisler tarafından çeşitli suçlar gösterilerek evlerinden üstleri arandıktan sonra ters kelepçeyle alınıp bir hücreye kapatılırlar. Bu yirmi dört kişi arasından rastgele dokuz mahkum, dokuz gardiyan ve üçer tane yedek seçilir. Philip Zimbardo ise mahkumlar ve gardiyanlar arasında arabuluculuk görevini üstlenmiş olan ceza evi müdürü rolünü üstlenir.
Prosedürlerin yerine getirilmesi gereğinden dolayı mahkum olarak seçilen kişilere hapishaneye alınmadan önce çırılçıplak arama, saçların sıfıra vurulması, ayaklarına zincir vurma ve üzerine numaraları yazma gibi psikolojik aşağılama içeren yaptırımlar uygulanır. Gardiyan olarak seçilen gruba da hapishane içerisinde düzeni sağlamak amacıyla gereklilikleri yerine getirmeleri söylenir ve deney resmen başlar.
Gardiyanlara, mahkumlara fiziksel şiddetle değil; hücre hapsi, uykudan mahrum bırakma ve işkenceye varan çeşitli yöntemlerle hükmetmeleri talimatları verilir. Ancak gardiyanlardan birkaçı kısa süre içerisinde saldırganlaşıp işkence yöntemlerini daha da ağırlaştırırlar. Hem cezaevi müdürü rolündeki Zimbardo’nun durumu gözlemleyip sessiz kalması hem de diğer gardiyanların tepki vermemesi üzerine cezalar git gide daha da ağırlaşmaya başlar. Bu noktada ise gardiyan olarak seçilen grubun mahkumlar üzerinde artık bir deneyde olduklarını unutmuşçasına çeşitli yaptırımlar uyguladıkları, mahkumlarınsa yapılan psikolojik aşağılama karşısında işleri daha üst raddeye taşıdıkları gözlenir ve deney artık bir güç gösterisi haline gelir.
Deneyin ikinci gününün sonunda mahkumlardan birisinin akıl sağlığının bozulduğuna işaret veren hareketler göstermesinin ardından serbest bırakılır ve yedek mahkumlardan birisi yerine geçer. Deneyin keskin sonuçlarından ilki bu olmuştur. İşlerin çığırından çıktığı ve mahkumlar üzerinde de gardiyanlar üzerinde de karşı konulması güç belirtiler kendini gösterdiğinde ise deneye belirlenenden daha erken bir tarihte son verilir.
Zimbardo çalışmanın mesajının; durumların insan davranışları üzerinde çoğu insanın takdir ettiğinden daha fazla sonuçları olduğunu ve bunu fark edebilecek çok az sayıda insanın olduğunu söylemiştir.
Stanford Hapishane Deneyi Filmleri
1971 yılında Philip Zimbardo liderliğinde, Stanford Hapishanesi Deneyi adıyla gerçekleştirilen ve sosyal rollerin nasıl oluştuğunu, sosyal yaftaların ve statülerin insanlar üzerindeki etkilerini araştırmak amacıyla yapılan ve oldukça sarsıcı sonuçlarla sonuçlanan deney; 2001 yılında Deney, 2010 yılında The Experiment ve 2015 yılında The Stanford Prison Experiment filmlerinin ve birçok farklı eserin başlıca konusu olmuştur.
Deneyden Sonra
Zaman içerisinde bir deneyi değil de bir hapishaneyi yönetir gibi davranışlar sergilemeye başlamış olan Philip Zimbardo da dahil olmak üzere gerçeklik algısını yitiren deneklerin bu durumu ve görevlerini içselleştirmeleri, sadist eylemlerin baş göstermesine yol açmıştır. Zimbardo’nun da öngöremediği üzere bu durum her iki tarafta da oldukça ciddi sıkıntılara sebep olmuştur. Ruhsal bozuklukların oluşumunun yanı sıra can güvenliğinin tehlikesi de göz önüne alındığında; insan haklarına saldırı niteliğinde ve dolayısıyla son derece etik dışı sonuçlar meydana gelmiştir.
Lucifer Etkisi
Philip Zimbardo, bu deneyin ardından elde ettiği bulgulara yönelik olarak çeşitli araştırmalar yapmış ve Lucifer Etkisi adını verdiği kitabını yazmıştır. İsmini cennetten kovulan Lucifer meleğinden alan bu kitap, insanların gerekli koşullar sağlandığında nasıl insanlıktan çıktığını konu ediniyor. Zimbardo bu kitabında insanların kötü ya da iyi olarak sınıflandırılamayacağını, çünkü iyi ya da kötü davranmanın koşulların elinde olduğunu ve her iki yolu seçmenin de eşit ve öngörülemez olduğunu söylüyor.
Sonuç Olarak;
Yoğun stres ve kaygı durumlarında insanların karakterlerinin nasıl değişime uğradığını açıkça gösteren bu deneyin etikliğinin tamamen saf dışı edilmesiyle birlikte bıraktığı en kıymetli şey gücün insanları yozlaştırması üzerindeki tartışılmaz etkisi olmuştur. Mahkumlar ve gardiyanlar bir deneyin katılımcıları olarak normal bir şekilde iletişim kurabilecekleri halde rollerini gereğinden fazla benimsemiş ve gardiyanlar, elde etmiş oldukları güç karşısında normalde hiç yapmayacakları davranışlar sergileyip; mahkumlarsa tıpkı gerçek bir mahkumun büründüğü ruh hallerine bürünmüştür. Deney bittiğinde mahkumların tamamı erken bitmesine sevinirken, gardiyanların buna neredeyse üzülmeleri de bu güç yozlaşmasının en belirgin göstergelerinden birisidir.
Bu büyük tartışmalara yol açan deney; toplumsal yaftaların ve biçilen rollerin o insanları bambaşka bir şekilde, olumlu veya olumsuz, evrimleştirdiğini ve hayatlarına yön verdiğini gösteriyor. Olayın en genelini bu hapishane deneyi olarak baz alırsak; en özelinde yetiştirdiğimiz çocuklara karşı takındığımız tavırlar ve yüklediğimiz sıfatlar, arkadaşlık ilişkilerimizde karşımızdaki kişinin sosyal, ruhsal ve özel yaşantısına dair beklentilerimizin ve yine biçtiğimiz sıfatların onlar üzerindeki gelişime ve değişime çok fazla etki ettiğini görürüz. Rollerin sadece dış dünya tarafından üzerimize biçilmesinden öte kendimize yaftaladıklarımız ise en acı kısmı.
Neredeyse tüm insanlar doğdukları andan itibaren bu deneyin bir parçası olarak hayatlarını sürdürüyor ve çeşitli beklentilerle biçilen roller ortasında hayatları şekilleniyor. Bunun problem haline gelebileceği nokta ise olumsuz sonuçlar doğurabilme olasılığının pozitif olasılık karşısında çok daha düşük olması. Öyle ki Philip Zimbardo bile deneyin ardından: “Sadece birkaç kişi güç karşısında ahlaki değerleri korumayı başarabilmişti ve ben kesinlikle o güçlü bireylerden olamadım.” demiştir.
Deneyin sonuçlarıyla alakalı en çarpıcı yorumlardan birisi deney katılımcılarından biri tarafından kırk sene sonra bir röportajda yapılmıştır:
“Deneyle ilgili beni en çok etkileyen şeylerden birisi şu oldu: Toplum size bir rol belirlediğinde bu rolün gerektirdiği kişilik özelliklerini de benimsiyor musunuz? Şu anda fakir bir mahallede öğretmenlik yapıyorum ve öğrencilerimizin bu kadar çok fırsatı olmasına rağmen, onlara bu kadar destek vermemize rağmen bu avantajları ellerinin tersleriyle itmeleri, okulu bırakmaları, derslere hazırlanmamaları… Aklım almıyor. Ama bence buradaki en büyük neden onlar için toplumun belirlemiş olduğu roller diye düşünüyorum. Onlardan ne beklediğimiz burada belirleyici olan.”
Kaynakça
BENZER YAZILAR
Sylvia Plath
Trajik yaşamıyla, yıllarca manik depresif bozukluğu ile mücadele veren ve edebiyat dünyasına kazandırdığı kitaplarla tanınan, Amerika’nın ilk feminist yazarı: Sylvia Plath
Aşk ve Gurur: Dünya Klasiklerinden En Çok Uyarlanan Eser
1813'de anonim biçimde okurları ile buluşan bir İngiliz Edebiyatı ve Jane Austen klasiği Pride & Prejudice ya da bilinen adıyla Aşk ve Gurur kitabının olay örgüsü ve özeti.